Find Property:

İcazet Sohbetleri

“Selamun Aleyküm, Çorum’da Zakir Kümbül isimli zat, kendisinin Mustafa Anaç Efendi’nin devamı olduğunu söylüyormuş. Siz ise bize Mustafa Anaç hazretlerinin sağlığında icazet vermediğini söylemiştiniz. Bir sohbette de Zakir Kümbül gelip icazetini size gösterecekti, geldi mi, gördünüz mü?”

Bu mevzu daha önce konuşulmuştu ama yine demek ki soruyorlar. Allah razı olsun herkesten. Bizim Fehim Hacıoğlu kardeş bu zatla görüşmüş herhâlde. Herhâlde diyorum çünkü daha önce böyle bir soru o sormuştu.

Şimdi biz hemen hemen Abdullah Efendi hazretlerinin, kendi şeyhliğinin ilk zakiriyim. Onun kendi şeyhliğinin ilk nakibiyim, onun kendi şeyhliğinin ilk nükabâsıyım, nakîb-i nükabâsıyım. Bunu böyle söylemek istemezdim ama mecburiyetten bu söyleniyor. Tabi bu manada da bir arkadaşa bir kardeşe, benim kendime tebliğ etti. “Bu gece arkadaşlara söyle şeyhliğini ilan et.” dedi Ben de ilan edemem, dedim.  Sonra başka bir arkadaşa ilan ettirdi. Böyle söylenince onun da kendisinin şeyhliğini ilan ettirdiği kimseyim.

Ben dergâha girdiğimde, ben Şeyh Efendi’ye intisap ettiğimde onun şeyhi kimdi; şeyhinin şeyhi kimdi; bilmiyordum. Bunu zaman zaman anlatıyorum, bizim -Allah rahmet eylesin- Mehmet Kuşçu diye bir arkadaşımız vardı, o imam hatip okumuştu, biz meslek lisesi okuduk. Bizim yol sıkıntılı, ibraz o zaman için. Sıkıntılı derken dinle alakamız yok. O zamanlar bir ülkücü ne kadar dindarsa o kadar dindarız açıkçası bu. Cumaya Muhsin Yazıcıoğlu’nun biz fermanıyla gittik, yönetim kurulundaki bütün herkes cuma kılacak diye bir ferman yayınlandı. Allah rahmet eylesin. Bugün de onun şehid olduğunun yıl dönümü, Cenâb-ı Hakk gani gani rahmet eylesin.  Bu bir siyaset değil; gerçekten vatanını seven, milletini seven, dosdoğru bir adamdı. Bizim tanıdığımız öyleydi. Bugünkü liderim diye ortalıkta dolaşanlar eline su dökemezdi, öyleydi. Allah rahmet eylesin.

Şimdi onun fermanıyla biz cumayı kılanlardanız ilk cumayı. Böyle olunca biz o zaman dini savunuyoruz, yaşamıyoruz. Bizim yanımızda kimse dine dindara hakaret edemez, öyle bir şey söyleyemez. Şimdi de benim üzerimdeki sertliğin çıkış noktası orası. Biz böyle Allah’a dine, kitaba, vatana, millete laf söylenince bizim damarımız kaçıyor; o zaman bizde senkronizasyon bozuluyor; biz Allah ne verdiyse düz gidiyoruz. Biraz ayrıyız yani başka dini cemaatlerden, cemiyetlerden, tarikatlardan, partilerden biz biraz ayrıyız. Damar kaçık bizde bu manada.

Ben bunu derviş olunca öğrendim. Yani bizim yanımızda birisi Allah’a sövecek, adam zaten bin bir dereden su getirmesi lazım, o mümkün değil yani o. En solcusu, en komünisti dahi yanımızda Allah’a, dine, peygambere laf söyleyemez öyleydik. Hala daha hamdolsun öyleyim ben de ama tabi böyle olunca toplumun alışılagelmiş bir sufi profili yok bende. Çünkü toplumun alışılagelmiş bir sufi profiline göre birisi Allah’a, peygambere laf söyleyecek; ona sessiz kalacaksın; sabredeceksin; kendince Allah’a havale edelim diyeceksin. Benim okuduğum din öyle değil, bu da ayrı bir mesele. Velhasıl kelam ben de o sene kendiliğimden tövbe ettim, her şeyi bıraktım, namaza başladım. İzmir’den geri geldim, öyle bir dönüş yaptım ki ben dönüşüm muhteşem oldu. İzmir’de işi de bıraktım, dedim, bu kadının kızın arasında da çalışmayacağım. O zaman şadırvanın orda bir gelinlik, nişanlık, abiye işi yapan yerin müdürüyüm. Defileler oluyor, yok işte modeller beğeniliyor. O zaman Hatay’da kalıyorum, patronun evi var, daha doğrusu patronun kayınpederinin evi. Biz filmlerde görüyorduk öylesini. Hatay o zaman için nokta durağına kadar en lüks zamanı, yıl 85-86.

Biz tabi kendi kendimize böyle geri dönüş yaptık, o Ramazan’da ben ilk defa oruç tutuyorum, ben kendi kendime zikirler yapıyorum, kendi kendime bir şeyler yapıyorum ama nasıl zikirler yapıyorum. Abimin de evde ‘’Onların Alemi’’ var Ahmed er-Rufai hazretlerinin, ‘’Hak Yolcusunun Düsturları’’ var yine Ahmed er-Rufai hazretlerinin. Bir de Milli Eğitim Kültür Bakanlığı bastırmış, hala daha duruyor o bende, Gölpınarlı’nın ‘’Mesnevi Şerhi’’ var. Dini kitap olarak bu üç tane abimden dini kitap var. Ayrıyeten babam mevlit günlerinde, kandillerde mevlit okur; Şehid-i Kerbela’yı okur; onun kitapları var evde. Babamın kitapları da onlar. Biz tabi ‘’Onların Alemi’’ni okuyorum, ‘’Onların Alemi’’ çarpıyor, normal değil. Okudukça biz değişik bir dünyaya dalıyoruz. Orda hadisler var, hadisleri şerh etmiş ama hepsi de sufilik üzerine hadisleri şerh etmiş. Hadise bakıyorsun kendince, başka bir şey var altında, şerhine bakıyorsun başka bir dünya var. Tabi en son bizi vurduğu yer: “Evlat, oğlum sen bu yolu mürşidsiz gidilecek mi zannettin?” Ortalık ayağa kalktı, bana bir mürşid lazım. Ama bende de tuhaf haller var, köşeden şu çıkacak, diyorum, çıkıyor. Bu dönecek, bakacak, diyorum, dönüp bakıyor. Ertesi gün olacak olanları görüyorum, kafa gidiyor, normal değil. Ben kendi kendime karar verdim, dedim, sana bir tane şeyh lazım, mürşid lazım. Tamam ama nerden aranılır, nerden bulunulur, onu da bilmiyoruz ama ben diyorum, her nerdeyse benim nasibim, göster bana. Bir de böyle agalık da var ya daha ileri şeyler. Normal değil yani, dualar bile normal değil. Öyle dua eder ya insan süklüm püklüm, bizde süklüm püklümlük yok.

Velhasıl kelam bizim Furunlu köyünden Hasan abi var eski Risalecidir o da. Risaleciler sakal bırakmaz bizim zamanımızda hiçbirisi de. Bu sakal bırakmış, sakallı gördüm ben onu. Bizim Mehmet Kuşçu’ya dedi, bir saniye gelecek misin? Mehmet Kuşçu gitti bizim, pıs pıs pıs bir şey söyledi ona. Mehmet Kuşçu geldi. “Nereye çağırdı o seni?” dedim ben. “Bilader sana göre değil.” dedi. Ben de o köyde kaldım, o köyde de bizim Ülkü Ocakları başkanı Mesut Mocu var, onun köyü. Köyün hepsini tanıyorum ben, köy de beni tanıyor zaten. Fatalı kahve çalıştırıyordu o zaman orda, ben yazın gidiyorum, orda çalışıyorum. Yazın karpuz kırmak diyoruz biz, karpuz toplamak var, günde en az 2-3 yevmiye yapıyorum ben. Kahvede yatıyorum masaların üzerinde. Ben orda hazır ameleyim, lazım olan beni oradan götürüyor. Akşam olunca ben kahvede çalışıyorum, gece de kahveyi süpürüyorum, temizliyorum, orda yatıyorum çünkü sabah namazında bir daha karpuz toplanıyor sabah kırımı. İki kırım var günlük, birinin burnu kısarsa gündüz bile karpuz kırdırıyor adam. O zaman geliyor onun yevmiyesi daha fazla, sıcakta kırıyorsun çünkü. Bazen üç kırım yapıyoruz biz. Tabi bel, sırt kalmıyor. Karpuzları çekiyorsun bir kamyon karpuz, mesela on tonluk Fordlar geliyor 5-6 kişi.

Velhasıl tabi basacağım, dedim bu gece onun evini köyde. Birinin evini basmak benim için çok öyle büyütülecek bir şey değil. “Evini biliyorum, basacağım bu gece orayı.” dedim. “Bilader yapma etme sana göre değil.” Ben hiç seslenmedim. Dedim, “Bu gece ben orayı basacağım ya beni götürürsün ya da basarım orayı ben.” Dedim, yani gene gideceğim yani ben. “Tamam götüreceğim.” dedi. O bana diyor, sana göre bir yer değil.

Velhasıl ben gittim, biz beraber gittik onunla. Dakika bir, gol bir içeri girdim ben. Bir tane uzun boylu eski Dev-Genççi bir çocuk vardı Bilal diye içerde. Dedim, nereye dalgaya geldik biz böyle? Ben böyle hemen  kırık kanat. Dedim nereye geldik biz? Dev-Genççi o çocuk o bana yalvarıyor. “Bilader ne olursun bir şey yapma.” Biz tabi kafa gitti, bir anda bunun ne işi var orda diye. Neyse oturduk tabi orda. Tabi sonradan tanıştık, Tire’nin zakiri Abdurrahman var,yaşlılar falan var. Zikrullah başladı tabi, gayri ihtiyari ben böyle ön halakaya Mehmet’te yanımda bizim ama hiç öyle şeyimiz yok. Halakaya geldik biz, zikrullah başladı, tevhid başladı, ben tık perde değişti benim, ben orda değilim. Kocaman stadyum gibi bir yer; benim kafamda sarık, takke, cübbe ben stadyum gibi bir yerde orta yerdeyim. Gözünün aldığı yer sarıklı, cübbeli, sakallı hepsi de gözünün alabildiği yer. Orda zikrullahı ben yaptırıyormuşum. Ben onlara zikrullah yaptırıyormuşum ama kopuyor, gidiyor ortalık. Allah Allah nasıl zikrullah, nasıl zikrullah? Ben gözümü açıyorum, buradayım ,gözümü kapatıyorum, ordayım. Orası bana daha aşklı, daha heyecanlı, daha cezbedici. Bunlar tevhidi bitirmişler, zakir “Eşhedü en la ilahe illah.” demiş. Beni susturamamış, ben duymadım hiç. Dokunacak olmuşlar, demişler ki dokunmayın, başınıza bela alırsınız, kimse dokunmasın. Orda zikrullah bitti, ben gözümü açtım, tuhaf tuhaf bakıyorum ben, onlar da susuyorlar. Ben orda susturdum, bunlarda mı burada sustu, orda mı susuldu, burada mı susuldu? Dedim sal yakasını, bu gece dedim, ne düşünüyorsun dedim. Ardından Allah esması gene aynı, ardından Hay esması gene aynı. Zikrullah bitti, ben bir babam öldüğünde ağladım, o zamana kadar. Kendi kendime de ahdettim, dedim, bundan sonra sana gözyaşı yok. Dedim asla hiçbir şekilde hiçbir şeye ağlamayacaksın, bu saatten sonra kendime söz verdim öyle. Ağla ben orda, gözümden akıyor yaş. Delikanlılık raconuna ters. Ağlanır mı, nereye ağlanacak, racona ters. Böyle kendimi tutmaya çalışıyorum, tutamıyorum, akıyor boyna.

 

Böyle bir koltuk tekli, salon salamanje gibi eski evlerden koltuğa oturtturdular beni;  oradakiler falan Hasan abi beni tanıyor; Bilal beni tanıyor. Onlar artık herhalde böyle fısıldadılar, dokunmayın normal değil gibisinden. Ben oraya oturdum, ben ama kendimde değilim. Hasan abi de ortalıkta dolaşıyor. Dedim, “Gel buraya.” tavır bu. Bu koştu, geldi. “Buyur Mustafa kardeş.” dedi. “Buraya girmek için nereye ne imzalanacaksa getir.’’ dedim. Biz öyle derneğe kaydolur gibi partiye kaydolur gibi kaydolacağız yani, biz öyle biliyoruz. Dedim, “Ne evrak lazımsa getir, imzalayayım hepsini.” Yani ben buraya gireceğim. Girer misin, girmez misin, alır mısın, almaz mısın, ne demek ya öyle bir şey, var mı sende… Ben bir yere gireceğim, diyeceğim de beni katmayacak bir kimse. Mümkün mü? Dedim, getir imzalayayım ben.

Ama o zaman, o süreç içerisinde beni Fetullah Gülen’in cemaatinden götürüyorlar sohbetlere; Millî Görüşçüler götürüyor sohbetlere. Risale-i Nur’un okuyucuları var, Çantacı Necmi abi var, onlar götürüyorlar beni sohbetlere, ben bir şeye takılıyorum orda. Ben takılıyorum. Yok, olmuyor, içim ısınmıyor. Hele bir de bir iki sefer kız kardeşimin ilk evlendiği o adam götürdü beni, hele artık onu da sevmiyorum ya komple ip kopuk bizim. Ben hiçbir yere yar değilim yani. Orası bitti, ben o hali görünce orda ben hal olduğunu da bilmiyorum, bana normal geliyor o. Daha önce de bir sürü şeyler dervişlikten önce de namaza başlamazdan önce de bazı şeyler oluyordu, öyle bana normal geliyor o. Yani daha öncesinden de adama bakıyorum, yalan söylediğini anlıyordum ben. Kalbimden bir ses bağırıyor, bu yalan söylüyor, diyor veyahut da bu senden şu lafı almaya kalktı, diyor. Ben bekliyorum, gerçekten o lafı almaya kalkıyor, dayağı yiyor benden. Bazı şeyler vardır, bunu ilk defa söyleyeceğim. Bazı şeyler vardır, senin elinde değildir. Bunlar böyle tuhaf gelir size. Şimdi ben meyhanede içiyorum, adam geliyor masaya, başkasının masasındayım. Adamın ne söyleyeceğini. neyi taşlayacağını biliyorum;  içime geliyor böyle. Öyle değildir diyorum ben, bir duble daha getir, bir duble daha getiriyor, kalbim patlayacak, aynı yerde duruyor gene. Bizim Mişko Recep’e “Gönder şu adamı döveceğim şimdi bunu.” dedim ben. Bunun amacı başka. Ben bir de duysun diye söylüyorum. “Bunun amacı başka.” dedim. “Gönder bunu döveceğim, şimdi bunu.” dedim ben. O zaman Erdoğan çalıştırıyor orayı. “Efe ne alakası var?” Ya var, burada diyorum adam.  ‘’Bak bu birazdan bozacak kendini, bu sefer ben bozacağım bunu.” diyorum. Ben halbuki akşam yemeğe gittim, ben bir duble içeceğim, gideceğim. Ben gündüzden başka bir şey içtim çünkü üstüne fazla içersem bozacak çünkü. Onu da söyledim Recep’e. Dedim, ben gelmeyeyim. O zaman yemek ye. İyi tamam, yemek yiyelim, arkadaşlık et, iyi. Adam sonradan geldi. Dediğim gibi oldu. Adam böyle bir tarafa dem vurdu, dem vurunca ben tuttum, dışarı çıkarttım. Neren istiyor, Allah ne verdiyse. Erdoğan da akraba ya anamın tarafından. Velhasıl kelam böyle bir hayattayken dahi bende bazı şeyler var tuhaf, içimden gelen sesler var. Buraya gitme, burada şimdi şöyle bir şey olacak. Ben gidiyorum gene, oluyor ama o. Oluyor, böyle şeyler yaşıyorum.

Zikrullah tabi böyle bir şey yaşayınca dedim, tamam, bütün kendimce taşlar oturdu. Ben ders alıyorum iyi. Abdurrahman’ı hiç unutmam. O yüzden ben arkadaşlara dedim; mimiklerinizi, hareketlerinizi dikkatli yapın. Sufilik ince bir şey. Abdurrahman bir bakış fırlattı bakarız gibisinden. Böyle kafam döndü benim, birden nasıl böyle davranır falan, taktım onu çengele. Tabi ben dersi aldım, sonra Şeyh Efendi Tire’ye gelmiş, Abdurrahman’a demiş, ‘’Bayındırlı o genci çağır, gelsin.’’ Ben o zaman orman işletmesinde çalışıyorum, telefon çaldı, fısıltıyla beklediğimiz misafir geldi. Kim şeyh Efendi mi ben? Aman öyle konuşma, öyle konuşma. Tabi ben yürüdüm, gittim. Kulakları çınlasın, Ali İhsan’ın evindeymiş o o gün. Ali İhsan’ın evine gittik, girdi akşam namazından sonra birisi, baktım o, tamam. Kendi kendime diyorum ki rüyada daha mı boylu posluydu acaba, diyorum, cahillik gençlik. Tabi sarmaşıyor herkesle, tam bana geldi. ‘’Bayındırlı hoş geldin.’’ dedi. Küt küt ciğerim dökülüyor, zannettim. Bu ne dedim, biz normal delikanlıyız ya birisi böyle ciğerimizi nereye dökecek bizim? Bu ne ciğerim döküldü, sanki dedim ya. Neyse herkesle sarmaştı, gitti, oturdu, biz de oturduk. ‘’Musta Efendi sen buraya gel.’’dedi. Abdurrahman da yanında. ‘’Musta Efendi sen buraya gel.’’ dedi.     Ben kalkacağım, genç adamım, zıpkın gibiyim, kalkamadım. Yanındakilere ‘’Musta Efendi’ye yardımcı olun.’’ dedi. Bi böyle şeyime gitti, bana yardımcı oluyorlar, ben zıpkın gibiyim, ben uçana kaçana değil, uçmuyorsa uçuruyorum, gelene ateş ediyorum, öyleyim o zaman. Haydi bakalım, gittik yanı başına oturduk. Sohbet, sohbet ardından zikrullah. Zikrullahta gene aynı, perde değişti gene. Tabi biz kaldık, ders aldık.

Şimdi ilk başlangıçtan aldım ki bu soruya bir geniş cevap vereyim. Velhasıl ders aldık, ders aldıktan sonra hemen Şeyh Efendi birkaç ay sonra beni Bayındır’ın zakiri yaptı. Bu arada da abim geldi, Ahmet Özbağ. O tabi geldiğinde bir baktı, biz mescitte zikrullah yapıyoruz, arkadaşlar var falan. Bana dedi, ya Yakup Efendi var Ankara’da, sana haber gönderdi, illaki Ahmet   Bey kardeşine biz ders verelim. O daha önce de söylemiş ama benim abimin rüyalarından haberim yok. Daha önce rüya görmüş, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’ye intisap etmiş. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’ye intisap etmiş onun anlattığı. Şimdi eksik fazla olabilir, kendisi de burada düzeltsin. Bir seferinde oraya gitmek istemişler, arkadaşları falan gideceklermiş, bu gidememiş parasızlıktan. Bu gidemeyince o gece rüyasında görüyor. Rüyasında bir bakıyor, ben Çorumlu Mustafa Efendi’nin yanındayım. Benim saç sakal beyazlamış, tabi o ara biz ayrı bir perdedeyiz. O tabi konduramıyor normal olarak, ardından gene böyle bir rüya görmüş, gene rüyasında Çorumlu Hacı Mustafa Efendi bu sefer halakada karşıdan benim kalbime bir tane şiş atmış. Bir sefer daha görmüş herhalde, öyleydi değil mi hacı abi? Bir ordu kurulmuş, orduda ben komutan mıydım, neydim, anlatmıştın bana. Sonradan anlattı bana rüyalarını. Biz tabi Yakup Efendi’den değil, abime dedim, abi ben bir ders aldım, tamam bitti benim işim, ben bir yere kımıldamak istemiyorum. Tamam bitti. Abimle bizim tuhaf bir ilişkimiz vardır, o bir şeye karar verdiyse ben seslenmem, ben seslenirim de o bana çok seslenmez, benim biraz böyle yardırmam vardır. O ama hiç demez bana bunu neden böyle yaptın, bunu neden şöyle yaptın? Allah muhafaza eylesin, aramızda da daha hiçbir tartışma çıkmadı, bunu söylerim böyle. Allah ondan da razı olsun gerçekten, bana senin gözünün üstünde kaşın var, demez. İçinden der, dışından demez. Bu ara demiyor içinden de demiyor bu ara.

Velhasıl tabi bu arada da biz dergâhın içerisinde eskisi yenisi tanışmaya başladık. Şeyh Efendi’nin bize anlattığı, aktardıkları vardı; Çorumlu Hacı Mustafa Efendi hiç kimseyi bırakmadı diye. Aynı şeyi abim de söyledi. Çünkü Yakup Efendi’yle alakalı Şeyh Efendi’nin -Allah rahmet eylesin-girişimleri oldu, Yakup Efendi’ye bir heyet gönderdi Nevşehirlilerden biat etsin intisap etsin diye. Yakup Efendi’yi çok istedi Şeyh Efendi. Allah rahmet eylesin. Gelsin biat etsin oğlum, halifeliğini vereceğim onun. Yakup Efendi bir halife noktasında, halifeliği bizde, gelse halifelik vereceğim, dedi. Ben de istiyorum Yakup Efendi gelsin diye ama ben ne zaman ki Nevşehirlilerden bir arabalık bir heyet ben heyeti gördüm, dedim, asla olmaz. Sebebini de şunu söyledim, bunlar kibirlilik yapacak şimdi, dedim. Bu yolda asla yapılmayacak olan şey kibirliliktir. Tabi gittiler, oradan geri döndüler. Yakup Efendi bunlara, Abdullah Efendi’ye bağlanmadı. Yakup Efendi’nin bir ufağı var, o da Karabük’te. O da Mustafa Efendi. O da bağlanmadı. Bunlar Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’nin nakibleri. Bir nakibi daha var İstanbul’da. Ali Efendi. O bağlanmadı, o şeyhliğini ilan etti Zeytinburnu’nda. Bazen eskilerle alakalı bir şey olunca ben yıllardan beri döner, abime sorarım, bunu tanıyor musun, bu böyle miydi, şu şöyle miydi diye.  Zeytinburnu’ndaki Ali’ydi dimi adı? (Ahmet Özbağ cevaplıyor.) Ali Efendi. Ali Efendi evet. Zeytinburnu’ndaki Ali Efendi’yi de tanıyorum. Ali Efendi’ye Şeyh Efendi beni gönderdi çünkü. Ben o zaman Bursa’dayım.  Bir nakîb-i nükabâ daha var, Erzurum’da Ali abi. Erzurum’daki Ali abi Şeyh Efendi’ye ben yeni intisap etmezden az bir zaman önce, bir hafta iki hafta önce zaten Şeyh Efendi şeyhliğini ilan ettikten sonra ben hemen hemen bir hafta sonra mı; iki hafta sonra mı; ders alanım ben. (Ahmet Özbağ cevaplıyor.) Sivaslı Ali Efendi. Sivaslı Ali Efendi. Sivaslı Ali Efendi de Mustafa Efendi’nin nakîb-i nükabâsı. Onda şiş burhanı da var. Neden biliyorum çünkü o sonra Ödemiş’e geldi, Ödemiş’te şiş burhanı yaptı hatta bana diyordu, ben seni çok iyi bir zakir yetiştireceğim, sana burhan vereceğim, diyordu. Bende diyordum, Allah razı olsun, benim burhanla işim yok, falan diyordum. Onu da iyi tanıyorum. Sonra Yakup Efendi’yle ben ümrede bizatihi görüştüm bir daha. Onun da son ümresiydi, ben onu hiç zahiren görmemiştim. Medine-i Münevvere’de bizim iftar ettiğimiz arkadaşlar bilir orayı, hemen onun sol tarafında baktım, dedim, bu Yakup Efendi içimden. Gittim Selamun aleyküm, dedim. Yanında birisi var, böyle baktı, ve aleyküm selam dedi, durdu. Musta Efendi dedi. Evet efendim, dedim. Dedim, Bursa’dan Ahmet Özbağ’ın kardeşi Mustafa Özbağ. Maşallah, dedi. Çok narin, çok nazik konuşan bir kimse. Biz sohbet ettik. O dedi, Abdullah Efendi de burdaymış, dedi. Burada dedim ben ,mübarek olsun. Allah rahmet eylesin, bana çok dua etti, ileriki zamanlarda da beni unutma, dedi bana. Şimdi bana söylediklerini kendimi methediyormuşum gibi olacak, oralarını es geçeyim ben. Tavsiye etti, yoluna devam et, Mustafa Efendi’nin devamı sen olacaksın, abim tabi ona rüyaları anlatmış. Bir de Yakup Efendi’nin gerçekten hali açık bir kimseydi, öyle söyleyeyim. Onlar tabi Mekke’de Muhammed Malik’e intisap ettiler, o da kardeşi Mustafa Efendi de. Sonra Muhammed Malik de zaten Karabüklü Mustafa Efendi’ye Türkiye’nin şeyhliğini verdi. Ama topluyorum şimdi. Bunların hiç birisi de Çorumlu Hacı Mustafa Efendi hazretlerinin bir başkasına şeyhlik icazeti verdiğini duymadık hiç. Ne ben Abdullah Efendi’den duydum ne Yakup Efendi’den duyuldu ne Mustafa Efendi’den duyuldu. Sivaslı Ali abi zaten Şeyh Efendi’ye intisap etti. İstanbul’daki Ali Efendi de -Zeytinburnu’ndaki de- kendisi kendi şeyhliğini ilan etti. Ama bunların hiç birisi de Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’nin Galip Kuşçu hariç ona vermiş mi icazet? (Ahmet Özbağ cevaplıyor.) Hayır. ‘’Sadece kızımı verdim.’’ demiş. Sadece “Kızımı verdim.” demiş. Galip Kuşçuoğlu vardı ya Galip Efendi Ankara sitelerdeki. Antalya’da dergahları vardı, büyük bir yer. (Ahmet Özbağ cevaplıyor.) Olabilir esas merkezi Ankara. Ankara siteler evet.

Hiçbir kimseden ben Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’nin bir başkasına icazet verdiğine dair bir haber yok, biz de bunu yıllardır dergâhta hep konuştuk. Dedik ki Çorumlu Hacı Mustafa Efendi hiç kimseye vermeden vefat etti, gitti. Şeyh Efendi de aynı şeyi söyledi. Hatta Şeyh Efendi bana şeyhliğini ilan et, dediğinde oğlum dedi, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi sağlığında ilan etmedi, dergâh bu hale geldi, o yüzden ben sağlığımda söylüyorum, bu akşam şeyhliğini ilan et. Ahmet Duran’a da söyleyeceğim, Ahmet Duran da ilan etsin. Ben de Şeyh Efendi dedim ki Efendim hakkınız helal edin, ben böyle bir şey ilan edemem. Ben ilan ettiririm, dedi. Hayırlısı olsun, dedim. Sonra Şeyh Efendi başka bir arkadaşa söyledi, o arkadaş da -zaten eskiler biliyor- kalktı, ilan etti. Ben de bir şeyh birisine bir şey vermiş, bir şey söylemiş, onu reddetmek de edepsizlik. Biz dedik, arkadaşlar Allah razı olsun, Şeyh Efendi vefat edinceye kadar biz bu dergâhta hizmet etmeye devam edeceğiz. Aldık -arkadaşlar bilirler- rafa koyduk, dedim. Çünkü inkâr edemezsin, reddedemezsin, bu edepsizlik olur. Bir şeyh birisine sen zakirsin, sen nakîbsin, sen nükabâsın, sen halifesin veya sen şeyhsin dediğinde buna itiraz edilmez; öğrendiğimiz edep buydu. Asla. Hiçbir şey denmez veya Şeyh Efendi birisine dese ki sen burada dersi yaptır, ben yaptıramam demek dahi edepsizliktir, böyle bir şey yok. Bizim aldığımız eğitim, bu öğreti bu.

Velhasıl kelam biz bunu öğrendik. O gün de sohbette soruldu biz de bunu söyledik, dedik ki sağlığında hiç kimseye vermemiş. Sonra o Zakir Efendi haber göndermiş, böyle konuşuyorlar ama Mustafa Efendi sağlığında Tığlıoğlu’ydu değil mi? Mehmet Tığlıoğlu. Mehmet Tığlıoğlu’na icazet vermiş. Dedim, biz duymadık, bilmiyoruz, icazeti de görmedik zaten. Bir Kemal Efendi’yi biliyoruz, ona da icazeti vermediğine dair biliyoruz. Doğru mu, vermiş mi Kemal Efendi’ye? (Ahmet Özbağ cevaplıyor.) Kırıkkale? Kırıkkale’deki. Ona icazet vermiş mi? (Ahmet Özbağ cevaplıyor.) Hayır, hiç kimseye vermedi. Ona da vermemiş evet. (Ahmet Özbağ cevaplıyor.) İcazetler nakîb nükabâ icazeti. Nakîb nükabâ icazeti, evet onları biliyoruz. (Ahmet Özbağ cevaplıyor.) Çavuş var. Çavuş var, nakîb var, nükabâ icazetleri var. Evet, ona da vermemiş. Benim bildiğim vermemiş.

(Ahmet Özbağ anlatıyor.)

Erzurum’da ben 1985’te askerken orda adres verdiler, gittim, Mehmet abiyle tanıştım. Mehmet Aslanoğlu. Mehmet Aslanoğlu çavuş. Çavuşluk verilmiş, kendisi Bayburtlu, Erzurum’da dergâhı açmış evinin altında. Orda tanıştık Mehmet abiyle. Mehmet abi Hacı Mustafa Efendi vefat ederken başucunda duranlardan. Başucunda duranlardan. Tabi. Yakup Efendi, Hacı Mustafa Efendi, Erzurum’daki Bayburtlu Mehmet Aslanoğlu, gelip giden. Abdullah Baba da var. Şeyh Efendi de var. Evet. Şeyh Efendi sağ daha, herkes başında. Yakup Efendi cesaretini toplayıp soruyor. Yakup Efendi en büyükleri yaş olarak, en eski. Herkes Yakup abi diyor çünkü ona. Evet tabi. Yakup Efendi “Efendim.” diyor. “Bu kadar toplandık, bir işaret var mı?’’ diye soruyor. O da “Aleyhisselatu vesselam Efendi’mizden kimseye bir işaret çıkmadı, ben kafamdan nasıl bir şey diyebilirim?’’ oğlum diyor. İfade bu. Bunu bana hem Yakup Efendi anlattı. Yakup Efendi bu, Bursalı Ankara’da gölbaşında. Hasan Efendi. Yakışıklı Hasan Efendi var. Nakşibendi tanıştık onunla biz. Evet. O Yakup Efendi’ye, dergâha geldi. Biz ordayız Özdemir’le birlikte yıl 1984. Çok yakışıklı ve o zamanda ne meclisi vardı Türkiye’de? İhtilalden sonra kurulan ilk meclis. Kurucu meclis. Kurucu meclis. İşte başka bir adı vardı onun. Çanakkale milletvekili Mehmet Pamuk muydu, adını hatırlayamadım. Milletvekilleri, iş adamları, herkes zengin. Hasan Burkay’ın yanında dergâha geldiler. Yakup Efendi’nin böyle bir koltuğu var, onu oraya oturtturdu, kendisi de sağ tarafına oturdu. Uzattı lafı, yani bana intisap edine getirdi. Yakup Efendi orda bu hatırayı anlattı tekrar yani Hacı Mustafa Efendi’nin söylediklerini. Hacı Mustafa Efendi diyor ki ‘’Arkadaşlar diyor, herkes olduğu yerde devam etsin, herkes istişaresini ve istiharesini yapsın, hepinizin ortak bulduğu birine gidip intisap edin.’’ diyor. ‘’Benden şeyhlik yok.’’ diyor. Yani burasını net olarak anlatıyorum ki bu konu kapansın diye. Bu konu kapansın diye bende net olarak anlatıyorum bugün.

Velhasıl Çorumlu Hacı Mustafa Efendi hazretlerinin Mehmet Tığlıoğlu’na icazet verdiğine dair bizde bir bilgi yok. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’nin de sözleri böyle, biz de bunu böyle söyledik. Yine aynı noktadayım ben. Ben yine vermediğini biliyorum. Çünkü verdiğini bilmem için icazeti görmem lazım. Görsem ne olacak, görmesem ne olacak, bir de yıllar geçmiş. Bir de şu var. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi vefat ettikten sonra mührü ve icazetleri hacı anneden almışlar. Bunu da hacı anneden bizatihi kendim dinledim. Bakın hacı anneden de bizatihi kendim dinledim. Nasıl kendim dinledim? Biz Şeyh Efendi’yle seyahate gittik. Sivas’a gittik, Sivas’tan Tokat yaptık. Şeyh Efendi dedi ki “Oğlum bir de hacı anneyi de ziyaret edelim hem kabristanlığı ziyaret edelim.” Edelim Efendi’m. Gittik kabristanlığa; Çorumlu Hacı Mustafa Efendi, öbür şeyh efendiler hepsi de orda. Kabristanda zikrullah yaptık iki kişiyiz biz Şeyh Efendiyle beraber. Oradan eve geçtik. Ben hacı anneyle tanıştım yani, Mustafa Efendi’nin eşiyle. Gittik, orda tabi hacı anne dert yandı Şeyh Efendi’ye. Abdullah Efendi bir sen geldin, dedi. Kimse gelip gitmiyor, dedi. Arayıp sormuyor, dedi. Babanın icazetlerini mühürlerini buradan almışlar, götürmüşler, kimin götürdüğü belli değil. Ben hacı annenin söylediklerini söylüyorum. İcazetleri buradan alıp götürmüşler, dedi. Kim bilir, kimlerin elinde şimdi. Kim kime ne yazacak, mührü basacak, belli değil, dedi. Ben dondum, kaldım. Allah’ım. Hatta çıktığımda dedim, Efendi’m bu icazetler mühürler birinin eline geçse bir şey yazılsa… Yazılır Mustafa Efendi, ne yapacaksın oğlum, yazsa ne olacak, Allah vermedikten sonra birisine, dedi. Eyvallah.

Şimdi bunu da bizatihi ben duydum ya hacı anneden, benim için kendime delil bu. E Şeyh Efendi de yanımda. Ben bunu duydum, e şimdi ben bunu duyduktan sonra birisi dese ki Mustafa Efendi’nin icazeti var. Ben hemen kafamda soru işareti oluyor bende, bu icazet nerden çıktı? Çünkü bütün nakîb-i nükabâlar kimseye vermedi diyor. E Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’nin bizatihi ağzından duyanlar var kimseye verilmedi diye. Şeyhim de aynı şeyi söylüyor. Oğlum kimseye vermedi, diyor. Şimdi bir de icazetler, mühürler çalınmış veya alınmış evden kimin aldığı belli değil. Ben bunların hepsini toparlayınca diyorum ki arkadaşlar bizim bildiğimiz bir kimse yok icazet verilen. İşte Tığlıoğlu’na verilmiş. Tığlıoğlu’na verilse Yakup Efendi’ye söyler, Mustafa Efendi’ye söyler, ben kendi kendime denklem kuruyorum şimdi. Sivaslı Ali abiye söyler, nakîb-i nükabâlarının birisine söylemez mi ben filancaya böyle bir icazet verdim? Çünkü şeyhlik icazeti demek, tören yapmak demek tarikat adabında. Muhakkak törenle vereceksin. Nakîb-i nükabâyı törenle vereceksin. Nakîbliği çavuşluğa tören gerekmez ama nakîb-i nükabâlığı törenle vereceksin. Sebep? İlan edeceksin, bu benim nakîb-i nükabâmdır, icazetini vereceksin. Halifeliği de törenle vereceksin, ilan edeceksin. Şeyhliği de ilan edeceksin, diyeceksin ki ben filanca kimseye şeyhlik verdim, eyvallah. Bir daha çünkü şeyhlik verince de geri alınmaz. Bir adama desen ki sana şeyhlik verdim, üç gün sonra senin şeyliğini aldım diyemezsin. Çünkü eşdeğerin senin artık o. O da şeyh, sen de şeyhsin. O senin şeyhliğini aldım diyemez, bu mümkün değil. Bu böyle olunca Çorumlu Hacı Mustafa Efendi birisine şeyhlik verecek, e geri alamıyor, geri alamadığına göre onun şeyhliğini de ilan etmesi lazım. Zaten bütün dergâhın bilmesi lazım, demesi lazım. Filanca kimseye şeyhlik verdim ben, vefat ettikten sonra gidin, ona intisap edin veya şuna intisap edin, bir şey demesi lazım. E bunların da hiçbirisi de yok. Tabi ben bizatihi bir de kulağımla duydum hacı anneden icazetlerin evden alındığını. Boş icazet. Yazılı, bir tek isim yaz. Oraya da şeyh yaz, isim yaz, vur mührü, Çorumlu Hacı Mustafa Efendi’den bir icazet oldu. Kime istiyorsan yaz. Hatta şimdi gıybet olacak, vefat etti, gitti. Nakîb-i nükabâlardan birisi yazdı bunu kendine. Bu eski olayların hepsi bende var dosya halinde. Birisi yazdı. Sen biliyorsun yazanı (Ahmet Özbağ’a söylüyor.) Birisi yazdı. Tabi bu Çorumlunun dergahında bu mesele dalga dalga yayıldı. Nasıl böyle bir şey yazılabilir diye. Hatta Malatya’da da birisi vardı, o da böyle bir şeyin içerisine girdi, o Malatya’dakini de biliyorum. Velhasıl kelam bunların hepsini toplayınca ben, ben haklı olarak kendimce haklı olarak diyorum ki Çorumlu Mustafa Efendi hazretleri hiç kimseye icazet vermedi. Onlar da haber göndermişler Tığlıoğlu’na verdi diye. Ben görmedim dedim. Ben görmediğim bir şeyi verilmiş diyemem. Sonra onlar da Fehim’in üzerinden demişler ki geleceğiz, ziyaret edeceğiz, icazetleri de göstereceğiz, demişler. Çünkü sormuşlar. (soruda) Geldiler mi, gördünüz mü, diye. Gelmediler, görmedik. Yani Tığlıoğlu’na verilen icazeti Zakir Efendi bizim Fehim Hacıoğlu’na gelip icazetleri de Mustafa Efendi’yi ziyaret edeceğiz, göstereceğiz, demiş. Gelmediler, göstermediler de. O yüzden biz de bu konuda aynı dairede, aynı noktada duruyoruz. Yani biz Çorumlu Hacı Mustafa Efendi hazretlerinin herhangi bir kimseye şeyhlik icazetini verdiğini bilmiyoruz, buna şahid değiliz. Bütün benim bu konuştuklarım kimseye verilmediğine dair, vermediğine dair. O yüzden de bu konuyu daha en başından aldım, böyle bir anlattım. Bir daha, bir daha bu mevzuda da artık konuşulacak bir şey kaldığını zannetmiyorum. O yüzden de birisi de dese ki şimdi bana böyle bir icazet var, Allah mübarek etsin derim ben, beni ilgilendirmez çünkü. Bizleri de ilgilendirmiyor. Allah nerde varsa kim icazetli kim icazetsiz Allah hepsine de yardım etsin, hepsine de Kur’an ve sünnet dairesinde koşmayı nasip eylesin ama tabi bu dergahlar açısından hoş bir şey değil. Bir kimse gitmiş olduğu yolun üzerinde şüphesinin olmaması lazım. O yüzden şüphesiz yürümesi lazım ama ben hacı anneden direkt -Çorumlu Hacı Mustafa Efendi hazretlerinin hanımından- kendim duydum icazetlerin ve mühürlerin evden kaybolduğunu alındığı ve onları bulamadığını. Abdullah Efendi’ye -Şeyh Efendi- dedi ki ‘’Oğlum Abdullah Efendi gerçekten kimin aldığını bilmiyorum. Almışlar evden mühürleri de almışlar icazetleri de almışlar.’’ dedi. Şimdi örneğin icazetler bende duruyor. Bizim yazdırdığımız icazetler mühürler de bende hepsi. Bende bir kargaşa olmuş olsa bir şey olmuş olsa birinin eline geçse mühürlese bende de icazeti var dese orayı da kendince imzalasa benim imzamı taklit etse olur mu? El-cevap olur ki birisi yaptı, onu da söyleyeyim de artık bu iş iyice damarı patlasın. İstanbul’daki Ali Efendi bunu yazmış kendine. Malatya’da da birisi vardı, ismini hatırlamıyorum. O da yazmış. Demek ki icazetler ve mühürler değişik ellerde dolaşmış, böyle bir sıkıntı var. O yüzden bir şeyi ben ilan ediyorum, bu sıkıntıları öncesinden bildiğimden dergâha ilan ediyorum, zakirini de ben ilan ederim, her şeyi ilan ederim, icazetini de ilan ederim, kimsenin kafasında şek şüphe kalmasın.

Bu konuyu da böyle Allah razı olsun, soruyorlar. Bir iki muhabbet daha var ortalıkta dönen, onlara da cevap oldu. Hakkınızı helal edin inşaallah.